30.12.11

siniri bozuk bir yalnız

kadıköy'de her dershane çıkışı gittiği büfede oturuyordu tarık yine. beyni otomatikten elektroniğe geçmiş, kendi kendine, fark ettirmeden çalışıyordu. beynini elektroniğe bağlamayı yeni keşfetmişti tarık, iyi de olmuştu. otomatikte gürültüsü rahatsız edici seviyelere ulaşan beyni elektronikte çalışırken, kendi köşesinde takılan çocuk gibi oluyordu. yanındaki sandalye çekilince çocuk hemen abisine koştu :


"n'aber lan pikaçu ? sipariş verdin mi ? bir sprite ısmarlarsın değil mi lan ?"
"yok klaksi gel otur, ayıp ediyorsun. iyidir be hacı n'olsun dershaneden çıktım işte. sınav mınav. senden n'aber ?"
adı murat olan birisine "koyiim de tur at" dediğinizde nasıl sinirlenirse tarık'ın yanına oturan bu tip de öyle sinirlenmişti. kalın kaşları biraz çatıldı, beyaz gözbebekli siyah gözleri sinirlendi. en sonunda sırıttı, uzun ve dağınık top sakalını sıvazlayarak :


"ulan başkası klaksi dese sağ kolunu kırar sol eline verirdim de, seni severim. yoksa yılların klaksimenados'uyum bugüne bugün. senin deden daha çocukken ben hitler'le geyik yapıyordum.
"eyvallah ey yüce klaksimenados, büyüksün". masaya gelen garsona döndü. "abi 75 gramlık bir pide tavuk, bir de sprite ver". garsonun gidişiyle klaksimenados kollarını masaya koyup eğildi, daha ciddi konuşmalara uygun pozisyonunu aldı.


"eee nasıl gidiyor anlat bakalım. işler yoğundu biraz, uğrayamadım pek."
"canın sağ olsun be. benim işler bildiğin gibi. yavaş değişimlerle evrim geçiriyorum gibi bir şey ya. büyüyorum olgunlaşıyorum filan öyle şeyler lan galiba. sende durum ne ?"
"ne olsun be işte. senden başka zilyon tane insan var. kafam sikiliyor bütün gün. bir sigara bir sprite parasıyla psikoloğu oluyoruz milletin"


klaksimenadosu'un söylediğine gülen tarık fark etmesin diye gülmesine son verip pide tavuk ve sprite'ı getiren garsona gülümseyip teşekkür etti. yemek boyunca aralarında mimikler haricinde bir iletişim olmadı. "ne var lan ? - yok lan bakıyorum sadece" diye vuku bulan bu mimik işaretleri de tarık'ın yanında duran yüzün solgunluğunu, siyah düz saçların dalgalılığını incelemesinden kaynaklanıyordu. tekrar konuşmaya başlamaları ise sigara faslıyla oldu.


"yok mu oğlum yeni şeyler ? başkalarının yanındayken arada görüyorum seni, pek de fena durumda olmadığını söyleyebilirim. dışarı çıkmalar filan yani, dershane için bile olsa. çevrendeki herkes söylüyordur aynı şeyi ama, başlangıç için oldukça iyi."
"ya ne bileyim orası öyle. ama biliyorsun beni, sabırsızım. her şey bir an önce kafamda yarattığım şekli alsın istiyorum."
"ya hacı senin de çoktan farkına varmış olduğun gibi, bu işler istemekle olmuyor sadece. aylardır sana söyleneni tekrarlamak istemesem de : herkesten önce senin bir şeyler yapman lazım."
"ya biliyorum amına koyayım. bir güç var millette, bende olmayan bir güç. ya da ne bileyim belki güç filan yoktur aslında. çevremdeki herkes benden daha iyi durumdaymış gibi göründüğünden bende bir eksiklik olduğu hissine kapılıyorumdur belki sadece. bilmiyorum yani tam olarak... of mına koyayım."
"heh he. oğlum çok düşünüyorsun hep ya. hep böyle oldun aslında sen. aslında kimse senden çok fazla iyi durumda değil. onlar sadece daha az düşünüp, planlarını daha çok işleve sokabiliyorlar. plan yapabiliyorlar. sen nasıl plan yapacağını düşünmekten daha plan bile yapamadın. tüm işlemleri kafasında tasarlamış....."
"...ama daha sınav kağıdına hiçbir şey yazmamış öğrenci gibiyim. tamam, anladım". tarık her zamanki gibi ağzının tek tarafıyla burukça gülümsedi. "hesabı ödeyip geliyorum ben."


hesabı ödeyip tekrar dışarı çıktığında klaksimenados elleri yağmurluğunun cebinde, sokağın başında bekliyordu. yanına gelince tarık'ın sağ omzuna sol elini attı, konuşarak yürümeye devam ettiler.
"yalnız görüyorum seni hep ama, o canımı sıkıyor bir. yok mu oğlum hiç arkadaşın, gezip tozacağın tanıdığın ?"
"ne bileyim abi çok kimseyi bırakmadım ki çevrede. tanıdığım herkes bir yerlere gitti, ben de bambaşka bir yere gittim. çok dağıldı her şey. yeni hayat, yeni okul filan derken yeni arkadaşlar edinmek bile üç buçuk atmasına sebep oluyor götümün."
"ya biraz da zaman gerekli ona tabii. sadece zamanla olmaz senin de atak olman lazım. az pişkin, az piç ol. alacağın cevabın 'hayır' olduğunu düşünmen cevabın gerçekten öyle olacağı anlamına gelmez ki. bunları da çok düşünüyorsun, diğer her şeyde yaptığın gibi. bazen oluruna bırakmayı bileceksin pikaçu."
"ama abi çevrene baksana. ya zilyon tane insan var, hepsi de çok saçma görünüyor bana. hiçbirisine çok yakın olabileceğime ihtimal veremiyorum bir türlü."
"insanlar çok saçmaymış. onlar insan da sen nesin, yarrrağım ? çok üstün bir varlık mısın sen ? klasik bir insanda rastlanabilecek kusurların hepsi sende de var. onlarda görüp de sinir olduğun davranışların hepsini zaman zaman, farkında olmadan sen de yapabiliyorsun. sen yaptığında onlar sinir olmuyor mu sanıyorsun ? başkalarını sinir bozucu bulduğun kadar başkaları da seni sinir bozucu oluyor. senden daha fazla insanı gördüm, inceledim. güven bana."
"haklı olduğun zaman sinir oluyorum lan sana, götveren..."
karşısındaki dostunun yüzündeki gülümsemenin bu kez gerçek olduğunu fark eden klaksimenados gülümsedi.
"bakıyorum da iyisin galiba artık, pikaçu seni"
"iyiyi tanımla ?"
"iyisin lan işte, it". tarık'ın kafasına hafif bir şaplak atıp devam etti : "yarın geleyim mi yanına, ister misin ?"
"yok ya idare ederim. yılbaşında bari rahat bırakayım seni. hem ben bir şeyler yapacağım galiba. merak etme sen beni"
"tamam o zaman. çok içme bak ama, dikkat et. tamam mı lan ?"
"tamam lan merak etme" dedi tarık ve çapraz kollarla birbirlerine sarıldılar, birer eski dost olarak...


tarık bir süre klaksimenados'un arkasından baktı. sarı yağmurluk kalabalığın arasında kaybolana kadar izledi, daha fazla görünmeyince karşıdan karşıya geçmek için yolun kenarına gitti. arabaların durmasını beklerken ayaklarına bakmaya başladı. "tek bir adım" diye düşündü, "yeni bir hayata başlamak için tek gereken, tek bir adım". arabalar ardı ardına durdu, ve tarık yola ilk adımını attı...

22.12.11

23 : 40

not : altı çizili bölüm bir resmin linkine göndermedir, aklınızda bulundurunuz



ankara'dan istanbul'a tahminen 95 km/saat'lik bir hızla gidiyordu tarık, soldan üçüncü sırasının cam kenarı koltuğunda parasıyla oturduğu şehirlerarası otobüste. yolculuğunun bitmesine yaklaşık iki saat kalmıştı ama uyuması gerekliydi. zira ertesi gün sabahın köründe kalkıp dershaneye gidecekti. 6 saat sürmesi planlanan uykuya 1 saat ekleme yapmak fena fikir sayılmazdı haliyle.


önündeki koltuğun hal-i hazırda kendi burnuna gelmiş olmasını, vicdandaki "arkadaki kadın rahatsız olur mu ki lan ?" diyen sese karşı argüman olarak kullandı ve koltuğunu %80 verimle yatırdı. uzun gece yolculuklardan tecrübe ettiği uyuma pozisyonunu aldı. ancak yine aynı tecrübelerinden bildiği kadarıyla şehirlerarası otobüsler rüyalar diyarı'nın kumlarına karşı kuvvetli bir kalkana sahipti. 5-10 dakikalık bir uğraştan sonra pes etti ve tepesindeki göze tıkıştırılmış kaztüyü kabanına uzandı. otobüsün soğuk camıyla arasına tıkıştırdığı kabanın yumuşaklığıyla yavaş yavaş uykuya daldı.....


asansöre binip üçüncü katın düğmesine bastı. aynada kendisine bakmaya başladı. üç santimi bulan sakalında kızıl gölgeler vardı. parmaklarıyla biraz hışırdattı sakalını, aynadaki görüntüsüne bakıp sırıttı. sol omzuyla asansörün kapısını açar açmaz sensörlü lamba karşıladı onu.  refleksif olarak sağ cebine giden eli anahtarı çıkarttı ve aynı refleksin devamı olarak tarık'ın kapıya yürümesiyle senkronize olarak anahtar deliğine yöneldi.


ortaokuldan beri çok sevdiği sesler arasında ilk üçü zorlayan kilit-açma sesiyle kapıyı açtı, evine girdi. ayakkabısını kenara koydu, montunu astı ve ilkokuldan beri yaptığı gibi çantasını bir kenara attı. sırada saatlerdir su kaybeden vücuduna ihtiyacı olanı vermek vardı. ayaklarını mutfağa yönlendirdi. bir eli açık buzdolabı kapısının üzerinde, su şişesini ağzına dikerken vakit geçsin diye mutfağa göz gezdirdi : tezgahtaki ikinci günlerini doldurmak üzere olan bulaşıklar, akşam mutfağa getirip sabah evden çıkarken yanına almayı unuttuğu sigara pakedi, içinde tek bir izmarit bulunan temiz kültablası.......


"lan ! ben bu kültablasını dün son sigarayı içip temizlemiştim ıslak mendille ! n'oluyor lan ?!". su şişesini aceleyle buzdolabının kapı içine koyup masaya gitti. izmariti alıp baktı. filtresinde kırmızı ruj izleri vardı. izmariti yerine bırakıp sigara paketini açtı : 1,2,3.... dün akşam hayal meyal hatırladığından bir eksikti paketteki sigaralar. "hassiktiiiir....". çevresine bakınsa görecekmiş gibi aradı meçhul kırmızı dudakları mutfakta. aceleyle koridora çıktı ve tek tek salona, banyoya, ve ev arkadaşlarının odalarına baktı. hepsi sabah nasıl bırakıldıysa öyleydi. kendi odasının kapısı gözüne iliştiğinde ise sabah bıraktığı gibi kapalı olmadığını gördü.


"hassiktiiiiiiiiiiiir....". seri üçbuçuklar eşliğinde, parmak uçlarına basarak odasına ilerledi. kapıyı açar açmaz elinde bıçağıyla arkasında belirmesi muhtemel kırmızı dudaklı müstakbel katilini orada mı diye kontrol etmek için kapının buzlu camına baktı. pantolonların arkasına saklanmadığı takdirde kimse yoktu kapının arkasında. bir kez daha, ortaokulda çok severek ortalığa savurduğu demir sopası lucifer'ı yad etti : "ulan anne ne diye sakladın ki lucifer'ı... bak lazım oldu işte". 1 metrelik demir sopanın yerini tutamayacak da olsa kapının yanındaki askısından ayakkabı çekeceğini kaptı. müstakbel katiline ayakkabısını giymesinde yardım etmek için hazırdı artık.


hayatına orta bütçeli bir korku filminin şişman ve gözlüklü genci olarak son verecek olmanın hüznüyle kapının koluna uzattı elini. arkasına baksa ekranın diğer tarafından "açma kapıyı allahın salağı. görüyorsun, değil mi melis ? nereden buluyorsun anlamıyorum böyle dandik korku filmlerini kızım ya" diye bağıran artist sevgiliyi görecekti sanki. ama o heyecanın dozunu iyice azaltmamak için gözünü kapıdan ayırmadı ve yarı yarıya açtığı kapıdan içeri baktı....


karşısında bulduğu, tarık'ın yatağında bağdaş kurmuş oturan kişi katil olmaktan oldukça uzak bir poz çiziyordu tarık'ın gözünde. "hassiktir susan coffey lan bu !!!" kırmızı dudaklar tarık'a gülümsedi ve "hey" dedi. tarık ise beyni fabrika ayarlarına geri dönmüş bir şekilde önce kırmızı dudaklara, sonra da mavi gözlere baktı. içeride halen art arda "hassiktiiiiiiirrr...." demeye devam ediyordu, dışarı çıkansa üniversitenin ilk senesinden beri sıkça kullandığı
"o yes" idi......


otobüsten kaynaklanan küçük sarsıntılardan birisiyle uyandığında ilk gördüğü şey oto-
büsün elektronik saatinin camda yarattığı yansıma oldu : o yes* ... yansımanın sahi-
bine baktı, saat 23 : 40 olmuştu. buruk bir gülümseme yayıldı tarık'ın yüzüne. kaztüyü kabanının cebindeki tütün tabakasına uzandı

9.12.11

dişi avcı

kadın olmak zordur-muş. birinci elden tecrübe etmedim hiç. ama üçüncü kulak olarak adet olayı ve hamilelik hakkında bir iki bilgi almıştım. üçüncü kulağa gelen bilgiler ancak bu ikisi hakkında olabiliyor. bünyeyi sittin tane farklı şekilde etkileyen, bir nevi biyolojik saçmalıklar.


özellikle adet olayı çok saçma bir şeymiş duyduğum kadarıyla. sonu gelmeyecek gibi bir hissiyatla her ay düzenli olarak kendi vücudunla bir savaşa giriyorsun. savaşın gidişatı ve toplamda en yüksek kazanma şansı 0,018 olan savaşta kaybeden taraf olursan savaş sonucundaki kayıpların aynı oluyor.



savaşta galip gelirsen de ödülün hamilelik. adet olayına kıyasla saçmalık kapasitesi oldukça düşük olsa da hamileliği şu şekilde özetlemek sanırım çok yanlış olmaz : 9 ay 10 gün süren bir çilenin sonunda kendi vücudundan, boyut olarak çok da küçümsenemeyecek bir insan yavrusu pörtletmek. ha tabii bir de işin yıllarca sürecek olan bir içgüdüsel annelik boyutu var. zor yani kadın olmak, zor.


ama açıkçası sıkıldım biyolojik olaylardan bahsetmekten. içgüdüsel takılmak istiyorum. kadınlarda yaklaşık olarak ergenlikte başlayıp, fazla yerinden kalkamayacak hale gelinceye kadar görülen bir içgüdü : toplu taşıma araçlarında boşalan yerde hak iddia etme içgüdüsü. bu içgüdü tamamen doğuştan mı yoksa genç bireylerin yaşlı hemcinslerinden görüp de öğrendikleri bir içgüdü mü bilmiyorum. ama yaşlı olanların öğrenilen türden olsa da bu içgüdüyü doğuştanmış gibi sahiplendikleri bir gerçek...


tarık sabahın köründe dershaneye gitmek için metrobüsteydi. kıtalar arası yolculuk yapmak her sabah ruhuna hoş bir parlaklık getirse de afyonu patlamamış bir insana bu parlaklık, pili bitti-bitecek bir el fenerinden pek farksız gelmez. çevredeki acayip sucayip insanlar da pillerin bitişini hızlandıran etkenlerden birisiydi. neyse ki mp3 çalarının şarjı enerji desteği sağlıyordu.


toplu taşıma araçlarında ayakta seyahat eden birisinin oturacak yer kollaması klasik bir insan davranışıdır. ancak bu insan dişi olduğunda boş yer kollamakla kalmaz, olası boş koltuğa oturma hakkını bir şekilde kendisinde görür.


bu düşüncelere dünya rekorunu hak eden bir dalış gerçekleştirmişken, yaklaşık 1 metre uzağındaki hareketlenmeyle kendine geldi tarık. öğrenci izlenimli bir genç kitabını kapatmış çantasının fermuarını açıyordu. toplu taşıma araçlarına özgü vücut dilinde "önümüzdeki ilk durakta ineceğim" anlamına gelen bu hareketlerle tarık fazla dikkat çekmemek kaydıyla çevresine bakınmaya başladı. kimseye çaktırmamak önemlidir çünkü uzun süredir karşılaşılan ilk geyiği başka bir avcıya kaptırmak, çocuk sahibi olmayı aklının ucundan bile geçirmeyen bir genç kızın adet olması kadar saçmadır en az. ama işte bakınırken onu gördü : kendisinden yaklaşık 5 metre uzaktaki müstakbel boş koltuğa gözlerini dikmiş, 27 yaş civarında bir dişi.


sinemadaki bir filmin altyazısında muhtemelen "allah kahretsin" diye çevrilecek bir dizi söz sarf ettikten sonra gözlerini tekrar az önceki gence çevirdi. koltuğa oturmadan önceki halini tekrar almış ve ağır çekimde kalkmaya başlamıştı bile. rakip avcıya tekrar baktığındaysa onun da kendisi gibi, dereden su içmek için öne eğilen masum geyiği vurmak için tüfeğini hazırladığını gördü. geçmişte onun gibi avcılar karşısında yaşadığı yenilgiler yıldırım hızıyla beyninde akarken altyazıda şu cümle göründü : "yo dostum, bu kez değil..."


zamanlamasının mükemmel olması gerektiğinin farkında olan tarık rakibinin 1-2 saniye içerisinde boşalacak koltuğa 1 metre kadar mesafeye gelmesini bekledi. bir anda kolunu bir tüfek gibi kaldırdı, metrobüsün arkasına doğrulttu ve işaret ettiği yönde gözlerini fal taşı gibi açarak bağırdı : "bakın ! kıvanç tatlıtuğ bu !". metrobüsteki belli bir yaş aralığındaki tüm kadınların eve eli boş dönecek birer avcı olmasına sebep olduktan sonra tarık hemen son darbeyi vurdu : koltuğa, arka tamponuyla

3.12.11

dünyayı kurtaran adam

lan oğlum çok kötü oluyorum ya lan. sinirden sinire koşuyorum lan bayağı. toprağın iki gıdım altında çabucak kök salıp yayılan bir sinir yani. zamanında yeşil yeşil radyasyon yemiş olsam şimdi yavaş yavaş hulk'a dönüşüyor olurdum. tutardım adamı kafasından, bir sıkışta patlatırdım herhalde kafasını yumurta gibi. ama radyasyonlu radyasyonsuz çok sinir etti lan adam. şunun tipine bak ya lan. süne zararlısı köpek herif. yok lan çakarım ben buna bir tane. yeter lan artık yıllardır....


mecidiyeköy'den metrobüse binmiş söğütlüçeşme'ye gidiyordu tarık. bir süredir insan içine gerçek bir çıkış yapmadığından kalabalık bir toplu taşıma aracına binmek aşırı yükleme yapmıştı. dört günde arasına en az bir metre alarak minik çapta iletişimler kurduğundan fazla sayıda insanla dip dibe duruyordu. "tamam bu kadarı olabilen şeyler. çok sıkma kafanı. sakin... sakin..." diye düşünüyordu ki omzunda bir el hissetti. kalabalık bir gece kulübünde hoşlandığı kıza emin adımlarla ilerleyen bir genci andırıyordu önüne gelenleri kenara iten 50'lik amca. mevzubahis amca sevdiceği olan orta kapıya vardığında tarık'ın ona attığı bakışlar superman'inkiler olsa, alnının ortasında iki adet birinci dereceden yanık oluşurdu.


amcanın densizliğini atlatma yolunda henüz başarılı adımlar atamamışken bir mucize çıktı karşısına tarık'ın : hemen önündeki koltuk boşaldı. çevredeki insanların oturması için saniyenin onda biri kadar beklemek gibi sembolik bir kibarlık gösterdikten sonra "bir durak bir duraktır, iki durak iki duraktır" deyip oturdu. oturmanın verdiği rehavetle büyük bir ölçüde sakinleşti, sigarasını sarmaya başladı metrobüs yolculuğu sonrası için.


eylemsizlik ilkesinin gerektirdiği bir şekilde, durur halden ileri harekete geçen metrobüsle hafiften koltuğa yapıştığı anda birkaç metre arkadan bir kadın sesi geldi "orta kapıyı açar mısınız ?!?". toplu taşıma araçlarında kapılar durak başına birden fazla kez açıldığında aracın şöförünün lanetlendiğine dair bir inanış mı vardır bilinmez, ama diğer meslektaşları gibi bu şöför de mağdur bayanın çağrısına kulak asmadı.


işte tam o anda duydu tarık, 4 duraklık yolculuk boyunca onu hiç sinirlenmediği kadar sinirlendiren cümleyi : "orta kapı kaptan !!!". ama bu kez ses hücrelerinin çekirdeklerinde xy kromozomu dolaşan birisinden gelmişti. "dünyayı kurtaran adam"lığa soyunan bu şahsiyeti görmek için kafasını sola çevirdi, korku filmlerindeki gibi titreterek. "utan be utan" dercesine bakıyordu şöförden tarafa, dünyayı kurtaran adam.


"insanlara yardım ediyorum" kisvesi altında egosunu pompalayan bu tiplerden oldum olası nefret eden tarık, kafasında küçük, masum cinayet planları kurmaya başlamıştı : "keşke kill bill'deki beş noktalı kalp patlatma hareketini bilseydim lan". fakat o konudaki bilgi ve tecrübe eksikliğinden dolayı, kafayı cama geçirmek, tutup kapıdan aşağı fırlatmak gibi küçük çaplı şeyleri düşünebiliyordu ancak.


kapının açılıp bayanın inmesinden bir süre sonra, dünyayı kurtaran adamndan gecikmeli olarak gelen "cık cık cık" sesleri, tarık'ın sinirlerine ölüm vuruşunu yapmasının yanında, hayal gücünü arttırıcı bir etki de gösterdi. yerinden kalktığı gibi 50'lik amcaya taş çıkartırcasına rakibine doğru ilerlemeye başladı. yanındaki arkadaşıyla konuşmakta olan hasmının ona arkasının dönük olması büyük bir avantajdı. ilkokulun tozlu sayfalarından kalan bugün cuma, enseyi kapa oyununu ve buna karşılık nörolog teyzesinin "enseye vurmaktan şaka filan olmaz. bayıltır insanı" sözü geldi aklına. geçmiş aylarda ntv tarh'in verdiği abdülcanbaz posteri'nden anlayabildiği kadarıyla adamın ense köküne okkalı bir osmanlı tokadı indirdi.


hayatı boyunca sinirini bozan tüm dünyayı kurtaran adamların enselerinin, bu tokat anında karıncalandığını hayal ederek karşısında duran baygın adama baktı : "haklıymışsın teyze". metrobüsün son durağa gelmiş olduğunu fark edip, iç huzurunu bulmuş bir edayla aşağı kaldırıma indi. kadıköy'deki boğayla olan randevusuna doğru yol almaya başladı

30.11.11

hayattaki güzelliklerin farkına varmak

başlangıç notu : altı çizili bölümler youtube'a götüren linklerdir, bilgi dahilinde bulundurunuz...




bağırsakların sinyal vermeye başlıyor. tüylerini diken diken edebilecek derecede çok sevdiğin bir şarkının eşliğinde sigaranı sarıyorsun. ıslak mendil torbanı al, hazırsın.
ikişer kez kapı açıp kapadıktan sonra tuvalettesin. alaturka tuvaletin üzerine çömelmeden önceki işlerini tamamlarken halen o şarkı var aklında "adamlar yememiş içmemiş, ' aydın'ın tüylerini nasıl en çok diken diken edebiliriz ?' diye düşünmüşler resmen"...


çömelme konumu alındı. ışığa bakıyorsun kısacık bir an için. ışığın tuvalete göre konumu : alaturka tuvaleti simetrik olarak bölen çizgiyi saat yönünde 18 derece oynat. tuvaletten başlayarak o çizgide 2 metre ilerle. ulaştığın noktanın dikey doğrultusunda 2.6 metre kat edince karşına çıkan son nokta, 32 watt'lık tasarruflu ampulün durduğu yer.


bir önceki gece yatmadan önce 10 litrelik bidonun dibini kafana dikmen sonucunda bünyeye giren suyun dışarı çıkma zamanı gelmiştir. işte evlat, şimdi hayatın bir güzelliğine daha, bir kez daha şahit olacaksın.
sen hiç saatlerdir su değmemiş bir lavabonun musluğunu ilk açan insan oldun mu ? yüzeyi kurumuş, pürüzsüz seramiğin ; yabancılaştığı su damlalarının üzerinde kayışına izin vermesini, nefesini tutarak izledin mi ? izlemediysen gözlerini tuvaletten ayırma evlat...


idrar boşaltımı başlar. gözlerinle takip edersin damlaların tuvalette düştüğü noktaları. her damla birbirinden bağımsız şekilde küçük sıçrayışlar yaparak deliğe doğru akarken, onlarca küçük elmas parçası parıldar gözlerinin önünde. sekiz saat önce içtiğin yarım litre suya şükranlarını sunarsın, bu mükemmele yakın anı olabildiğince uzun tuttuğu için. kaygan seramikte artık daha fazla damla kalmadığında bir huzur kaplar içini, gülümsersin...


sigaranın bitimiyle gerekli tüm hijyen işlemlerini uygular ve tekrar o iki kapıdan, bu kez ters sırada geçersin, odana varırsın. kendini tekrar bilgisayarın başında bulduğunda, her şeyin başındaki şarkının başka başka versiyonlarını dinleyerek üzerindeki etkilerinin tüyleri diken diken etmekten çıkıp gözleri ağırlaştırma safhasına geldiğini fark edersin. ve blogunu açıp, içinde bulunduğun hissiyatı paylaşma ihtiyacı duyarsın...


20.10.11

ana rahmi

otobüsten dışarı bakarken annesinin kalçarına yapışmış, kafası etek ortasında, zırıl zırıl ağlayan bir çocuk gördü. "ana rahmine dönme isteği dedikleri bu olsa gerek" diye düşündü.
kafasını otobüsün içine döndürdü. her otobüsün daimi yolcusu olan yarı dolu su şişesi, hangi koltuğun altında duracağına karar verememiş bir şekilde oradan oraya dolaşıyordu. "pet şişeleri için de ana rahmi büfelerdeki soğuk dolaplar mıdır acaba ? dertsiz tasasız bekledikleri dolaptan kimliği belirsiz bir elin çıkartmasıyla başlayan yolculuğun bir otobüste son bulması. tekrar o dolaba dönemeyeceğinin farkında olmak".
kafasını öne eğdi, bacaklarına bakmaya başladı. bacaklarını sallıyordu yine. ne zamandır sallıyordu bacaklarını ? durdurdu. yukarı doğru bir boğulma yükseldi, karnında ikiye ayrılıp omuzlarına ilerledi, yarı yolda tekrar birleşip göğsünde patladı. tekrar sallamaya başladı bacaklarını.
şişe ortalıkta yoktu. başına bir şey gelmiş olmasından korkarak ayağa kalktı. kapıya geldiğide ayağına çarpan bir şeyle kafasını tekrar eğdi. yalnız, küçük şişeyi gördü. bacaklarının arasında, yerde duruyordu. geldiği yolda damla damla su bırakmıştı. deliğini bulmak için şişeyi eline almış incelerken otobüsten indi. damlamayı kesmiş olan küçük su şişesini durağın yakınındaki çöpe attı...


...tarık, ne yapacağı konusunda kararsız bir şekilde ortalıkta dolanıyordu. hayatındaki kararsızlıkların sayısı bir elin parmaklarına yetişiyordu. kararsızlığa karşı galip gelmek karar almakla gerçekleşir. karar almak da battal boyda bir sorumluluk sahibi olmayı gerektirir. tarık'ın sahip olduğu sorumluluk ise orta boydan büyüğe ancak geçiyordu.
henüz savaşa girmeye hazır olmadığı bir rakip gibiydi kararsızlık. onu ne zaman karşısında görse, küçük bir çocuğun korkularına bürünüyordu. "çocukken ne rahatmışız amına koyayım. o rahatlık bir daha asla geri gelmeyecek...". omzumuza hiç kimsenin gerçek anlamda sorumluluk yüklemediği çocukluğa özlem, kararsızlığın en büyük müttefiğidir. ve bu özlem tarık'ı bir kez daha esir almıştı.
kafasını öne eğdi, yürümeye başladı emin ve bıkkın adımlarla. yurda gitmek için otobüse bindi. sağ tarafın cam kenarına yerleşti, kitabını açtı. birkaç sayfa sonrasında dışarı baktığında gördüğü şey ilginçti : annesinin kalçarına yapışmış, kafası etek ortasında, zırıl zırıl ağlayan bir çocuk...

4.10.11

street fighter karikatürü

son günlerde oldu gözümün nuru 
böyle acı, ne o ne bundan oldu 
canımdan can alan bir parçam oldu 
çizemedim chun-li orospusunu

3.10.11

tarık ve dalgınlık

yurtta kalıyordu tarık. yurt gibi, ortak alanların had safhaya ulaştığı yerlerde, tuvaletlerde sigara içilebildiğinin farkında olan tarık kapısını kilitlediği umumi tuvalette, bir elinde sigara, kucağında da snt dergisi, işini görmekteydi.


dünya dikkatsiz insanlarla doludur, ya da belki tarık her şeye gereğinden fazla dikkat eden, bir nevi takıntılı bir insandı. tuvalete girdiğinde, kilit mekanizmasının dış tarafındaki renk değiştiren dairenin kırmızı mı, yoksa yeşil mi olduğuna mutlaka bakardı. tuvaletten çıkarken de ışığı kapatmak/açık bırakmak konusundaki kararına bu renkli daire yön verirdi. yine de tarık bilirdi umumi tuvaletlerle ilgili basit, ışık düğmesi kuralını : "geldiğinde ışık açıksa, sen de çıkarken açık bırak"


ama işte tarık dergisine daha ancak göz gezdirmekteyken, el yıkama becerisine sahip bir canlı, bu becerisi yönünde lavaboyu kullanmaya başladı. tarık'ın o an bilmediği şey ise, bu canlının tarık'a göre dikkatsiz birisi olduğuydu. fütursuzca ışık düğmesine salladığı eli, kendine ayırdığı iki tarafı tahtadan örülmüş dört duvarlı dünyasında, tarık'ı karanlığa boğdu.


ismini cismini bilmediği canlılara seslenmemeye gayret eden tarık, dünyasının dışında kalanlarla iletişim kurmak için, kapıyı içerden tıklatma metodunu kullanıyordu. ancak bu canlı, tarık'ın tıklatmalarıyla oluşan ses dalgalarından daha hızlıydı, duymadı onları. duymadığı diğer şeyler ise, arkasından kendisine yöneltilmiş, hedefin duyması istenmeyen ancak söyleyenin de içinde kalmamasını sağlayacak ses düzeyindeki küfürlerdi.


bir süre daha küfretmeye ve kendi kendine konuşmaya devam eden tarık, bir yandan da işini görmeye devam ediyordu. cebinden çıkardığı çakmakla dergisini okumaya çalıştı. çabaları sonuç veriyordu, fakat ısınmaya başlayan çakmak, tarık'ı karanlığa boyun eğmeye zorladı. çözümleri tükenen tarık, işinin bittiğine kanaat getirmesiyle de birlikte, bir dahaki sefere kadar dünyasını terk etmeye karar verdi. kendi yarattığı ışıkla kendi hayatına son verme lanetine sahip bir varlık olan sigarası da zaten son anlarını yaşıyordu.


tuvaletlerin temizliğinden sorumlu şahsın, henüz birkaç dakika öncesinde kullandığı ses düzeyine sahip küfürlerine hedef olmak istemeyen tarık, her zamanki gibi izmaritini iki bacağının arasından klozetin suyuna yollamak üzereydi. tam da o anda karanlığın lanetinin sebep olduğu bir acı, irkilmesine sebep oldu tarık'ın : sigarasıyla penisinin ucunu yakmıştı...

23.9.11

çağrışımların izinde

tarık her zamanki gibi çevresine bakınarak yürüyordu. onunla aynı kaldırımı paylaşan insanları incelemeyi hep sevmişti zaten : "anaa şunun surata bak ecinni gibi adam.. şu kenarda oturan türbanlı ağlıyor mu ne ? niye ağlıyor ki ? tüh lan üzüldüm şimdi.. lan sen de az bağır be telefona, kodumun neşelisi.."


sadece insanlara değil her şeye dikkat ederdi tarık yürürken : dükkan tabelaları, araba plakaları, çevrede gezinen kuşlar, tepesindeki balkonlar, pencereler, reklam panoları...


otobüs duraklarının sağına soluna koyulan reklam panoları vardı kaldırım kenarında. hiç birini okumadan geçmezdi tarık. uzun ve küçük puntolu olanların önünde beklediği bile olurdu okumak için. reklamı okuduktan sonra geçen birkaç dakika boyunca beyninin bir bölümü o reklama ayrılmış olurdu. metnin nasıl daha güzel olabileceği, yerleştirmede yapılmış küçük hatalar, afişte birisi varsa onun bu reklama ne kadar uygun olduğu... gibi ayrıntılarla uğraşırdı o bölüm.


bir reklam panosu çekti dikkatini : visa reklamı. "şaka boku, visa kart ile 9 tl. onunla annenizi iğrendirmek, paha biçilemez. hehehe ". visa kartı ile alışveriş yapınca katılabileceğiniz çekilişlerden haberdar etmek için düzenlenmiş bir afiş. "londra'ya tatile gidiyormuşuz ya da acer laptop kazanıyormuşuz. ikisi değeri birbirine yakın şeylerdi zaten, itin evlatları "


visa için ayrılan panonun 10 metre kadar ilerisinde, kaldırımın köşesinde bir pano daha vardı : burger king'in eğlenceli yazı tipinin ortasında monopoly adamı. monopoly adamının altında da -afişin dediğine göre- bir polo, ve bir de ipod.. "bu ne diyormuş ? 10 kişiye polo, 100 kişiye ipod. 1 polo 10 değil 100 ipod ediyordur ki lan. hep fitne fesat peşinde lan bu kazıkçı ibneler de "


beyninin burger king reklamıyla meşgul olmasını fırsat bilen ayakları neşe içinde "bir sen, bir ben, bir sen, bir ben..." diye ilerliyordu. tarık'a farkettirmeden kaldırımı geçip yola inmişlerdi bile. gözleri ise patronun yokluğunda solitaire oynayan memur gibi gökyüzünü süzüyordu. yavaş yavaş yolun ortasına gelen tarık ise düşünmekle meşguldü


"olasılık hesaplayalım lan bir de. kampanyaya x kişi katıldı diyelim. polo kazanma şansı 10/x, ipod kazanma şansı 100/x...". üstüne doğru gelen motorsikleti son anda fark eden tarık hızlıca geriye bir adım attı. "... bir motorsiklet tarafından çarpılma şansı, paha biçilemez "

dumanlı mısralar

günün ilk sigarası nerede içilirse,
son sigarası da orada
yatağıma en yakın soğuk mekanda


sigaramdan ilk nefesi alıyorum,
aydınlanıyor gökyüzü
yarısı beynimden içeri,
yarısı ağzımdan dışarı
işte haykırıyor gökyüzü
korkudan ağlıyor
sokak lambaları


ben soğukta içerken son sigaramı
kulağımda yağmur
yüzümde rüzgar
aklımda sen

ortalama bir erkeğin 2 dakikalık macerası

erkek gözü ile kadın vücudunun etkileşimi evrensel bir gerçektir. mevzubahis göz ile, yapılış amacı hızlı bir bantta ilerleyen armut ve elmalar arasından en olgun elmaları toplamak olan bir robotu bir tutabiliriz. robot meyveler arasında önceden ayarlı hızıyla geçiş yapıp tarife uyan elmaları seçerken ; göz de kontrolsüz bir şekilde, kapsama alanına giren ve bakılmaya değer bölümleri olan kadınları seçer. işin bu bölümünde devreye giren beyin, gözün "bakılabilir" diye nitelendirdiği kişiye bakar, eğer yerinde bir niteleme yapılmışsa bakmaya devam eder...

tarık o gün yine bakırköy'de ara sokakları kendine kısayol yaparak metrobüs durağına gidiyordu. kafasında anlık dertlerden başka pek bir şey yoktu : lan saçın birkaç teli çıkmış lastikten. sikeyim gene bok gibi görünecek birazdan. hep güneşin yüzünden, göt. sırtımı da terletiyor zaten, itin evladı. gözleri ise tramplene koyulmuş 5 yaşında çocuk gibi hareketliydi yuvalarında.

biyoloji kitaplarında yer alan ve gözde görüntü oluşumunu açıklayan şablonu hayal edelim : deliklerden gelen iki farklı ışık huzmesi bir noktada kesişip yollarına devam ettikten sonra perdede gerçeğinin dikey olarak tersi olan bir görüntü oluştururlar. tarık'ın beynindeki hayali perdede oluşan görüntüler ise şu şekildeydi : yolun kenarında yürüyen tikky kız şapkalı dayı... arabanın kaputundaki demir jaguar.... apartman girişine bırakılmış bir çift topuklu ayakkabı..... veteriner kliniğinin köpek içinde kedi barındıran amblemi......

metrobüs durağı bir sokak bitimi kadar yakınlaşmıştı farketmeden. perdeden en yüksek performansı almak için içerideki ışıkları kapatınca böyle oluyordu.

o anda perdeye yansıyan bir görünüyle ışıklar açıldı : mini etek giyen, 20 yaş civarında bir kız !! devreye giren beyin hemen bakma kararı aldı. hızlı yürüyen kız önden ilerliyordu. beyin hemen ayaklara mesaj gönderdi : hızlanın lan biraz ! kaçırmayalım kızı ! güzelmiş bacaklar ! yürüyüş hızlandı, gözler yatay yörüngede bir çizgiye sabitlenmiş, dikey yörüngede ise tarayıcının ışığı gibi belli bir ritmde aşağı yukarı hareket ediyordu.

o sırada hiç beklenmeyen bir şey oldu. kız sağ elini kaldırdı, önünde duran dolmuşa bindi ve ikisi beraber uzaklaştılar. beyin, trambolinden hemen inmezse dayak yiyeceği söylenen 5 yaşında çocuk gibi bağırıyordu : lan nereden çıktı o mına koyduğumun dolmuşu !?

akbiline para yükletmek için yakınlardaki bir büfeye yönelen tarık, tekrar kapattı içerideki ışıkları : büfenin kasasında duran kabarık saçlı çirkin kadın.......

pamuk

ne dersiniz dostlarım
nasıl isterseniz
istekleriniz benim için emir
emirleriniz ise sadece birer safsata
çünkü dostlarım, siz gerçek değilsiniz
hayır, beynimdeki küçük gölgelersiniz
ki beynim, aslında o da gerçek değil
gerçek olan tek şey ise
beynimin kıvrımlarında ve
damarlarımda dolaşan
oksijen ile
öldüğümde malum deliğime
tıkanacak olan
pamuk