22.5.12

8 senenin ardından saygı duruşu


tüm dünyada dün, türkiye'deki torrent-altyazı bekleyen takipçileri arasında ise bugün ; house m.d 8 yıllık televizyon hayatını sona erdirdi.

bu sona eriş hakkındaki düşüncelerimi, bir çizimle belirtmeye karar verdim : gregory house'un ta kendisi ve ona karakter kaynağı olan sherlock holmes'un yeni yorumlaması (bbc tarafından).

köşede gördüğünüz üzere çizim ortalama bir 3 aylık. şubatta, imzalanıp "bitmiş çizimler" kategorisine girebilecek kıvamdaydı ama yayınlanmasına engel olan birkaç küçük pürüzü vardı. günün anlam ve önemine istinaden az önce o pürüzleri mouse yardımıyla ortadan kaldırdım.

karakter oluşumumda katkıları olan bu yüce diziye teşekkürlerimle, "yayınla" tuşuna basıyorum...

18.5.12

happytoilet'ten beynimin süzgecinden'e

"uzun zamandır bir bok yazmıyorum lan bloga... hani aşıktın yazmaya ? yazdıkça süper rahatlamış hissediyordun kendini filan. n'oldu amına koyayım onlara ? en son yazdığının üstünden bir ay filan, hatta daha fazla geçti. ki o da bir başkasıyla yaptığın konuşmanın kopyala-yapıştırıydı. fasulyedendi yani... of ya lan..."

kafası bu düşüncelerle bezeliyken, aydın ekşi sözlük'te takılıyordu. ekşi sözlük'e yazmıyor olsaydı kafayı yerdi herhalde. orada da tıkandığı oluyordu ama öyle bir ay falan değil, en fazla bir hafta geçiyordu hiçbir şey yazmadan. gerçi yazdıkları da öyle çok aman aman şeyler değildi. %70'ini izlediği diziler hakkındaki düşünceleri oluşturuyordu. fasulyeden sayılabilirdi onlar da. ama en azından egosunu tatmin edecek kadar geri bildirim getiriyordu entryleri...

fareyi tutarken sağ elini ele geçiren gizli güçler bu sefer de ukte butonuna tıklamıştı. sonra da uktelerin sonuna geldi 87. sayfaya. buradaki ukteler öyle günlük, haftalık filan değil; yıllıktı. en unutulmuş ukteyi buldu : 6 yıllık olan bu uktenin adı "simek niyazi nin maceralari" idi. sağ elini serbest bırakan gizli güçler bu kez de beynini ele geçirince, gözlerinin önünde satırlar belirmeye başladı...

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------

niyazi geçimini simit-ekmek satarak sağlamaktadır. her sabah erkenden fırından simidini, ekmeğini alır; arabasıyla birlikte yürümeye başlar. geçim telaşıyla sabahın körü mörü dinlemeden bağırır durur :

-simidegmeeeeeeeeeek !!! simidegmeeeeeeeeeeeeeek !!!

özellikle haftasonları iyi geçiyordur niyazi için. güzel bir pazar kahvaltısı hazırlamak için evdeki herkesten önce kalkan anneler, hanımlar; sepetlerini sarkıtıp simitlerini, ekmeklerini alırlar.


tüm bu gürültüden en çok rahatsız olan ise, gece geç saatlere kadar film-dizi izleyen ve haftasonları güne saat 13'ten önce uyanmaya alışık olmayan bekir'di. ve yine bir pazar günü saat 9'da, yatağında dört dönerek niyazi'ye küfrediyordu içinden. sabrının sınırlarının dev bir koçbaşıyla zorlandığını hissedip, bir hışımla odanın köşesindeki asasına yöneldi :

- şimdi göstereceğim sana simidi, ekmeği, amına koyduğumun evladı. o ekmekleri tek tek götüne sokmazsam bana da "dr. strange bekir" demesinler lan !!

78 yıllık akçaağaçtan yapılma asasıyla pencereye ilerleyen bekir, son 18 yılını hindistan'daki bir yeraltı tapınağında karanlık sanatlarda ustalaşarak geçirmişti. güçlerini yatağa hatun atma, banka hesabına para yatırttırma, maçları tuttuğu takıma kazandırma... vs. şekillerde kendi çıkarına kullanmakta herhangi bir beis görmeyecek şerefsizlikte bir insandı. uyku mahmurluğundan kurtulamamış bir sinirle pencereye gelip niyazi'den tarafa baktı.

- bittin ulan sen...

gözlerini sıkıca kapatıp kısa süreli bir meditasyona başladı. gözlerini tekrar açtığında göz bebeği ve akı, kan kırmızısı bir renkte parıldıyordu. şeytani bir gülümsemeyle asasının kızıl zümrütlü, kalın ucunu niyazi'ye doğrulttu. büyülü sözlerine başladı :

- straba einya.. in bauda strofzu-kiha.. straba einya.. in golyada strohta.... 
ahinya maaa !!!

zik-zaklar çizen kan kırmızısı bir ışın asadan çıkıp niyazi'ye doğru ilerledi. adeta bir yıldırım gibi onun sırtında patladı. ne olduğunu anlamayan niyazi, çığlık bile atmaya vakit bulamadan yere yığıldı.

-hassiktir ya lan, n'aptım lan ben ? uyku sersemliği, sinir filan derken sözleri yanlış söyledim. "strahto" diyeceğime, bariz "strohta" dedim...... laaan..... oyff.. ya da neyse lan, ne olabilir ki ? siktir edeyim, dalgama bakayım..

umarsız bir şekilde yatağına geri dönen bekir, şeytani sırıtışına bir miktar mutluluk ekledi ve uykuya daldı...


aradan 1 saat kadar geçtikten sonra niyazi uyandığında kaldırım kenarında sırt üstü yatıyordu. sırtında ufak çaplı bir acıyla uyanmıştı. gömleğin sırtındakii el ayası kadar yırtıktan kaldırım taşının soğukluğunu hissediyordu. elini alnına koyup oturur vaziyette doğruldu.

arabasının içinde kağıda dağılmış susamdan başka bir şey göremeyince okkalı bir "hay sikeyim ya lan" çekti. bir eli başının arkasında, diğer eli sırtında; ayağa kalkıp arabasına yürüdü. önündeki camı kenara itip para kutusunu açtı. boş kutuyu görünce sinirle yüzünü buruşturdu, gözlerini kıstı. siniri gözlerinden yaş olarak akmak üzereyken göz kapaklarından sızan beyaz bir ışıkla gözlerini açtı.

önce inanamadı, şaşkınlığından kurtulması bir dakikasını aldı. kağıdın üzerinde duran birkaç simitten birisini eline aldı. elindeki sıcak ve taze simidin parmak uçlarında yarattığı histe bir tuhaflık yoktu. kokusunu ve tadını da denedi. simit o kadar lezzetliydi ki, ilk ısırıkta sorunsuz olduğuna karar vermesine rağmen tüm simidi bitirdi. n'olup bittiğine anlam verememenin sebep olduğu kahkahaların arasında birkaç kere "hassiktir n'oluyor amına koyayım lan ??" dedi.

ellerine dikti gözlerini. durduk yere büyülü güçler mi edinmişti, n'olmuştu böyle ? sağ elini, bir basketbol topunu tek elle tutarcasına kastı ve arabanın içine doğrultu. şakaklarındaki damarlar yavaştan ağrıyana kadar elinin kağıttaki gölgesine baktı. bir anda ortaya çıkan 5 simit ve 2 ekmek, az kalsın tekrar sırt üstü yere kapaklanmasına sebep oluyordu. neler olduğunu az da olsa anlamaya başladıktan sonra, çevresini kolaçan edip tekrar simitlere baktı. gülümsedi ve hızla arabasını ilerletti...


aradan birkaç gün geçtikten sonra, niyazi'nin yoktan simit ve ekmek var edişi, bir adamın bilgisayar ekranında vidyo olarak oynamaktaydı. aynı sahneleri belki onuncu kez izledikten sonra, masasındaki telefona uzandı :

- alo, hüseyin abi, salih ben.. bekaroğlu, evet.. hamdolsun abi... abi mühim bir mesele söz konusu. kuştepe'de bir internet kafenin güvenlik kamerasından çekilmiş görüntüler var elimde.. evet, sana da gönderdim. polise vermiş adamlar, polis de kimliğini tespit etmiş görüntüdekini. niyazi ezalı diye bir adam, simitçi. ve abi adam.. a-adam.. adam yoktan simit-ekmek yaratıyor abi.. tamam abi, sen izle vidyoyu, öyle konuşalım. tamam abi, eyvallah abi...

telefonu kapattıktan sonra ekrana baktı. niyazi denen adamın elini uzattığı yerde bir anda peydahlanan simitlere korku ve hayretle baktı...

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------

açlık, sigarasızlık ve uykusuzlukla geçen birkaç saatten sonra tam beyni iflas etmek üzereyken entry bitti. sırtını döner sandalyesine dayadı. bir kısmı beyni iflas ettiğinden, bir kısmı da uzun zamandır ilk kez gerçekten bir şeyler yazmış olmaktan; gülümsedi aydın. artık gönül rahatlığıyla dışarı çıkabilirdi...

önce açlığını giderip, uykusuzluğunu ayranla güçlendirdi; sonra da sigarasızlığını giderdi. beyni tekrar çalışmaya başlar başlamaz gözlerinin önünde tekrar satırlar belirmeye başladı.

simit sarayı'na gitti. bir büyük çay alıp defterini ve kalemini çıkardı. sigarasını da yaktıktan sonra satırlar kaybolmadan onları kağıda aktarmaya başladı.
.
..
...
....
"uzun zamandır bir bok yazmıyorum lan bloga... hani aşıktın yazmaya ? yazdıkça süper rahatlamış hissediyordun kendini filan. n'oldu amına koyayım onlara ? en son yazdığının üstünden bir ay filan, hatta daha fazla geçti. ki o da bir başkasıyla yaptığın konuşmanın kopyala-yapıştırıydı. fasulyedendi yani... of ya lan..."
....
...
..
.



not : çizgili bölümler arasındaki entry'yi kanlı canlı ve tüm fonksiyonlarıyla görmek için  *buyrunuz*

13.4.12

happyt&xenomia gururla sunar : bir facebook konuşması belgeseli

bir süredir aklımda olan bir şey vardı. orada burada, onunla bununla konuşurken aklıma gelen acayip düşünceleri yazı haline getirmek. resmen "ulan bu konuştuklarımdan deli malzeme çıkar var ya" diyordum. işte bugün o düşüncemi uygulamaya soktum. malzemeyi kullanmakla kalmadım, malzemeyi direkt yazı yaptım. hem de en doğal, en saf haliyle. konuşmanın ne kadar doğal olduğunu siz de okurken zaten göreceksiniz tahminen. konuşmayı bir yazıda kullanma fikri aklıma gelene kadar iki taraf da alabildiğine doğaldı, adeta bir belgesel gibi yani...

(not : bahsedilen twitter girdisi şudur
 
Aydın Stres Demirörs
  • yo
Şule S.
  • selam
Aydın Stres Demirörs
  • ohaa iyi ki selam dedin ya
  • twitter'a yazmak istediğim bir şey vardı, unutmuştum
  • sen selam deyince aklıma geldi
Aydın Stres Demirörs
  • aha yazdım
  • şişli müftülüğü koskoca çadır yapmış mecidiyeköy'ün ortasına, kutlu doğum haftası diye
  • onun orada yazıyordu "kardeşlik incindiğinde bile incitmemektir" diye
Şule S.
  • olum yanlış zamanda kutluyolar bence. 17 aralık haftası kutlanması lazım
Aydın Stres Demirörs
  • sen "selam" deyince "aleykümselam" diyesim geldi
Şule S.
  • kutlu doğum asıl o zaman çünküü
Aydın Stres Demirörs
  • "aleykümselam" deyince de bu geldi aklıma
Şule S.
  • al işte kafaya bak
Aydın Stres Demirörs
  • boşu boşuna mı isim verdim kafama
  • seviyorum, hastasıyım
  • dünya bir yana, kafam bir yana
Şule S.
  • kafan çok güzelmiş canım güle güle kullan
  • nerden aldın
Aydın Stres Demirörs
  • üç-beş sene önce dağıtıyorlardı bir dağın tepesinde
Şule S.
  • hmmz
Aydın Stres Demirörs
  • oradaydım ben de, başka bir yerde değildim
  • dizmişler böyle upuzun bir standa
Şule S.
  • gülmedim.
Aydın Stres Demirörs
  • hani berna laçin'in oynadığı bulaşık deterjanı reklamı var ya, o tabaklı masaya kafa koymuşlar. öyle uzun stand
Şule S.
  • hııı

Aydın Stres Demirörs
  • ucuzlardan bir tane alayım dedim, gittim standın en sonunda
  • orada gördüm onu, çok güzeldi. yıldırım aşkı gibi bir şey
Şule S.
  • gülümsemiyorum bile
Aydın Stres Demirörs
  • hemen verdim parasını, avucuma aldım. gülümsedi bana
Şule S.
  • yeter!
Aydın Stres Demirörs
  • dedim "senin adın... xenomia olsun"
  • "iş.. işenomya..." dedi. güldük beraber
  • o günden beri mutlu mesut yaşıyoruz
  • o kadar "gülmüyorum" dedin ya, çok da fifi
  • egomu tatmin etmek için yazdım, gayet de tatmin oldu
  • ben gülümsüyorum şu anda
Şule S.
  • tamam
Aydın Stres Demirörs
  • ee senden n'aber ?
Şule S.
  • nolsun işte standart
Aydın Stres Demirörs
  • bende standardın ötesinde bir neşe var
  • egom tatmin oldu, ondan herhalde
  • yazarlık egom o
  • hayalgücü egom
Şule S.
  • hmzzz
Aydın Stres Demirörs
  • çok sık ilgilenemiyorum kendisiyle, ama ilgilenince de neşe saçıyor etrafına
  • bu neşeyle ben hakkari'ye yürürüm
  • haydi bana müsaade
Şule S.
  • bayy
    .
    .
    .
Aydın Stres Demirörs
  • lan
  • bu bugün yaptığımız, benim için çok eğlenceli, senin için bir o kadar sıkıcı sohbeti ; alıp kopyalayıp bloga koysam olur mu ?
  • yapar mıyım bilmiyorum da, olur da yapmaya karar verirsem
  • "ismini vermek istemeyen bir konuşmacı" diye de yazabilirim seni
Şule S.
  • al koy
  • sıkıntı yok
Aydın Stres Demirörs
  • isimsiz mi şule s. mi ?
Şule S.
  • ne istersen
Aydın Stres Demirörs
  • olmadı ama, isimsiz yaparım o zaman
Şule S.
  • benim için bi sorun yok nasıl koymak istersen koyabilirsin
Aydın Stres Demirörs
  • hatta ta buraya kadar olan bölümü koyarım koyarsam. çünkü hala süper keyifli hissediyorum
  • sonuna kadar koyarım
  • dibine kadar- duman
Şule S.
  • dengesiz bi herifsin
  • bayaa dnegesiz
  • naparsan yap hocam
  • çok eğleniyosun ya
Aydın Stres Demirörs
  • dengesizliğin de bir denge olduğuna dair acayip düşüncelerim var
  • eğleniyorum tabii ya lan
  • bir keresinde çok sinir olduğum bir şerefsizin teki "insan düşüncelerini paylaşmayacaksa niye düşünsün ki ?" tarzı bir şey söylemişti
  • o zaman fena sinir olmuştum ama, haklıymış götveren
Şule S.
  • hey allam ya
Aydın Stres Demirörs
  • gülümsemeleri silmem gerekir ama bloga koyarsam. gülümsemeler çıkmaz zira





    son not : facebook'vari ayrıntılar (fotoğraflar, her ismin kendi linkinin olması...vb) haricinde
    hiçbir düzeltme yapılmamış, konuşma metni aynen aktarılmıştır...

    teşekkür bölümü :
    (bu fikri kendisine sunduğumda pek umursamammış olsa da) katkılarından dolayı, şule s.

3.2.12

dünya'da bir iz bırakmak

yurt odası... oda hafif aydınlık. saat sabah 8 de olabilir, öğlen 11 de. öğleden sonra 1'i bile zorlamış olabilirim. en yüksek ihtimal 11, zira yattığımda saat 2 filandı. midem ya da böbreklerimde herhangi bir ağrı olmadığına göre kesin 11 filan. bugün bir şeyler yapmam lazım lan, dün de sik gibi geçti yine... oyşş... bakayım bari lan saate artık. nereye kadar kaçacağız amına koyayım.

kafasını sola çevirip telefonun muhtemel yeri olan yastık kenarına baktı. görme duyusu işe yaramayınca hissetme duyusunu devreye soktu. o da sonuçsuz kalınca ikinci ve son muhtemel yer aklına geldi. sağa doğru hafif doğruldu, sırtının altından çıkardı telefonu. o an dank etti kafasına : yatmadan önce saat 9'dan itibaren 15 dakikalık aralarla kurduğu üç alarmın ilkinde uyanmış, her zamanki gibi kendi gövdesini susturucu olarak kullanmıştı diğer iki alarm için. uyurken bile üşengeçliğe harcadığım aklım sınır tanımıyor lan, diye düşündü. saat kaç ? hay sikeyim 10 olmuş yine... telefonu ayak ucuna doğru fırlattı ve üşengeçliğine bir süre daha yenik düşmeye karar verdi.

diğer iki kişilik odalardan daha ucuz. hem zaten güneşi de sevmiyorum pek. süper işte, diyerek çıktığı odaya ışıktan çok depresif hava giriyordu, yan apartmana bir karış mesafeli pencerelerinden. zaten çoktandır belliydi bu odayı seçerken verilen kararın üşengeçlik aklına ait olduğu. tarık'ın hayatını olabildiğince kullanışsız hale getirmek için 180 beygir gücünde çalışıyordu şerefsiz. tüm bu depresif hava üşengeçlikle güçlerini birleştirince ; eylemde bulunma isteği acınası seviyelere iniyor, durduğu yerden düşünme hevesi ise tavan yapıyordu.

kollarını çapraz halde kafasının altına koydu. zihnine doluşmaya başlayan düşünceler, eğim artışıyla yer çekimi kuvvetinin etkisine daha çok girip kaşlarına baskı uyguluyordu. ranza tahtasının açık rengine baktıkça odanın sıkıcı, boğucu loşluğu belirginleşiyordu. depresyon hayaletleri ise saklandıkları yerden yavaşça çıkıp tarık'a yaklaşıyordu. bir yandan da fısıldamayı ihmal etmiyorlardı. klasik korku filmlerinin aksine onlarınki laubali bir hal almıştı : naaağber lan yavşaaağm. yavşak depresyon hayaletleri bir zombi yavaşlığında beynine doğru ilerlerken, tarık zombi filmlerinin uykusunda bir grup zombinin saldırısına uğrayan kurbanı gibi sessizce olacakları bekliyordu. beyni ele geçirildiğinde içeri koyulan düşünce ise, bir klasik olarak ölüm olmuştu.


temsili bir ölüm sonrası
nasıl öleceğim ?, ne zaman öleceğim ? şeklinde alışılagelmiş ölüm düşüncelerinden başka şeylerdi tarık'ın kafasını kurcalayan. ölüm öncesi ya da ölüm anı değil, ölüm sonrası ilgilendiriyordu onu. ki bu da ölümden sonraki yaşam filan değildi. ölümüyle ilgili onun en çok merak ettiği şey, öldükten sonra arkada kalanların kendisi hakkında neler düşüneceği, hissedeceğiydi : beni kimler özleyecek ?, üzülen ne kadar üzülecek ?, en çok kim üzülecek ?, hiç sevinen çıkacak mı ki lan ?... bir nevi ölümün diğer                                                                                                     insanlardaki yansıması...

insana özgü ve gayet doğal bir bencillikle, ölümünün ertesinde bir süre hüzün ve göz yaşı, akabinde de uzun süreli bir hatırlanma istiyordu. ve dananın kuyruğu tam da burada kopuyordu. hayatını henüz adam gibi bir yola sokamamış biriyseniz, ardınızda sizi hatırlatacak bir şeyler bırakacağınıza dair ümitleriniz günden güne azalır. ve yine, eğer üşengeç bir mükemmeliyetçi iseniz hatırlanma isteğiniz günden güne artar, bir nevi takıntı halini alır.

tam içinde bulunduğu duruma ettiği küfürler en yüksek düzeye eriştiğinde, bir ampul yandı kafasının tepesinde. odanın loşluğunu katleden ampulün bünyesinde yarattığı neşeyle gidip odanın ışığını açtı. çizim defterini ve kalemiyle hamur silgisini masaya yerleştirdikten sonra, eşlik etmesi için müzik çalarını dinlemeye hazır hale getirdi ve müziği başlattı. kulaklarına dolan ilham desteğiyle boş bir sayfayı önüne getirdi ve çizmeye başladı. aradan yaklaşık yirmi dakika geçtiğinde ise çizim son haliyle karşısında duruyordu. defteri çantasına atıp giyindi ve planın ikinci safhasını uygulamak için dışarı çıktı.

geçmişteki amaçsızca etrafa bakınışlarında gözüne çarpan sticker yapılır yazısını vitrinine asmış ozalitçiye girdi :
"merhaba iyi günler"
"iyi günler. hoş geldiniz"
"ya ben bir çizimimi çıkartma haline getirmek istiyorum da. 1.5 santime 1.5 santim ebatlarında bir çıkartma"
"olur yaparız" diyen çalışan tarayıcıya doğru yürümeye başladı. tarık bir yandan onu takip edip bir yandan da çantasından çıkarttığı defterde taranacak sayfayı ortaya çıkarıyordu.
bir çıkartma örneği (imzalı versiyon)
"işte çizim bu" deyip çalışana uzattı. adam öğrenilmiş bir reflekse kurban gidip çizime bir göz atınca kaşlarını hafifçe çatıp birkaç saniye baktı sayfaya. tekrar göz göze geldiklerinde adamın kafasında anormal bir man-
yak olarak etiketlenmiş olma olasılığının yarattığı ego tatminiyle, sırıtmamak için kendini zorluyordu tarık.
"kaç tane olsun ?"
"100 tane yeter bence şimdilik"
duyduğu sayıyla tekrar göz teması kuran adam ; zombilerden topluca kurtulmak için tasarlanmış, ilk başta çok saçma gelen bir plana verilebilecek tepkiyi yansıtıyordu. göz temasını bitirip işe koyulduğundaysa, tarık sırıtma isteğine daha fazla engel olamadı.

ozalitçi sonrası gittiği pastanenin üst kat balkonunda çay-sigara ritüelini gerçekleştirirken bir yandan da elindeki çıkartmalara bakıyordu. planının üçüncü ve son aşamasını kafasında tekrar etti :


bu çıkartmaların 15-20 tanesini sürekli cüzdanda taşırım, etrafta hatun peşinde koşan heriflerin prezervatiflerine yaptığı gibi. evet. misafirlikte olsun, gittiğim bir kafenin ya da sinemanın umumi tuvaletinde olsun ; sıçtığım her klozetin rezervuar arkasına yapıştırırım. muhtemelen otururkenki sol-üst köşe. ya da taharet musluğunun olduğu taraf, bilmiyorum. ama üst köşe yani, orası kesin. o klozetin üzerinde herhangi bir işlem uygulanmadıkça o çıkartma orada duracak. o işlem sürecinde ya da tamamen şans eseri bir şekilde birisi benim çıkartmamı bulduğunda muhtemel tepkisi bu ne lan böyle ?? olacak. işte o anda farkında olmadan beni anmış olacak. çok saçma ve bir o kadar da romantik bir plan yaptım lan. allahım sen benim tehlikeden tehlikeye koşan aklıma mukayyet ol.

bu düşünceler dudaklarına geniş bir sırıtış olarak yansırken ; sigarasından bir fırt, çayından bir yudum alıp ritüeline devam etti...

29.1.12

zihnimde kaybolayım

zihnim aydınlan, zihnim karar.
  bana yakın, benden uzak...
    güçlen benimle, aş beni.
      ümidim ol, hasretim ol...

          büyüt hayallerimi, okyanus kadar.
            hırçınlaştır, hiddetlendir, engin dalgalar gibi.
              şiddetimi, aşkımı, öfkemi...
                al benden beni; ruhumu, yüreğimi...
                  kurtar beni, götür beni,
                    sana yakın, benden uzak...

                      kaderimdin, umudum ol...
                        göremediğimi duymamı, duyamadığımı hissetmemi sağla.
                          yürüdüğüm yolları, yaşadığım anları anlamlandır.
                            anlamlandır ki bileyim nereden geldiğimi,
                              nerede olduğumuı ve nereye gitmem gerektiğini.
                                ve söyle bana "neden ?"in cevabını.

                                  zihnim aydınlan, zihnim karar.
                                    büyüt hayallerimi, şiddetimi, aşkımı, öfkemi...
                                      ve beni

14.1.12

küfretmemenin erdem sayıldığı bir toplum

bir dilin en önemli miraslarından biri küfürleridir. günümüzde bu mirasın önemi görmezden gelinmektedir. bu görmezden gelişin başlıca sebeplerinden birisi de küfürlerin kabalık ; küfredenlerin de işe yaramaz, kendin bilmez birer ayı olarak görülmesidir. dilini küfürlerden arındıranlar ise kendilerince üstün insanlardır.


günümüz aileleri küfürlerin evde solunan havaya karışmaması için büyük çaba sarf etmektedir. bu çabanın had safhaya ulaştığı aileler ise bünyelerinde, okula başlayalı beş yılı doldurmamış çocuk bulunduranlardır. malum çocuğun ebeveynlerinden en az birisi -ki bu genel olarak annedir- küfürlerin "kaka" olduğu düşüncesini aşılar çocuğa. kendi kontrolü dışındaki -televizyon, internet, yazılı basınlar- kaynaklar aracılığıyla, çocuk küfürlerle her karşı karşıya geldiğinde bu düşünceyi yineler. ne de olsa çocuk ve mevzubahis kaynaklar halen evin içindedir.


ancak çocuk dışarıdaki hayata her biri bir öncekinden daha uzun adımlar attığında ebeveynlerinin kapsama alanından bir o kadar da çıkar. dışarıdaki hayatın önemli kalelerinden olan sokaklar ve okul, ebeveyn için iki ucu boklu değnektir. çocuğunu sokaklardan uzak tutması durumunda çocuk kendisine bir sosyal hayat kurma becerisinden yoksun yetişir. okula gitmesi engellendiğindeyse eğitim hayatı anne-babanın asla iyileştiremeyeceği bir yara alır. çocuğunu dışarıdaki hayattan saklamamayı seçtiğinde çocuk küfürlerin kol gezdiği bir hayatın kapısında bulur kendini.


temsili bir erkek beyni
çocuğun bu yeni hayatında küfürlerin yeri, anne-babasının bu konuda ne kadar yer ettiğiyle alakalıdır. yani iş çocuğa kalmıştır. evin kurallarıyla ilerleyip küfrü beyninden ve dilinden uzak tutar, ya da kullandığı cümleleri çeşitli küfür yoğunluklarıyla bezemeye başlar. ancak bilinçaltında yer bulan "arkadaşları tarafından kabul görme" isteği sebebiyle, ilk seçeneğe yönelmek o yaştaki bir çocuk için bir hayli zordur. farkında bile olmadan küfür yoğunluğu ve çeşitliliği arttıkça arkadaşları tarafından daha çok sevileceği düşüncesi, beyninde makul bir alanın tapusunu alır. ve bu tapulu alana iki katlı bir ev yaptıran da tabii ki "küfür" olur.


ilkokul ve ortaokul çocuğun hayatında dvd oynatıcının x32 hız ayarıyla bir çırpıda geçer ve lise çağı gelir. hazırlıktan sonraki ilk iki senede, artık "ergen" adını alacak olan çocuk, kendisine yeni arkadaşlar bulur. karakterinin gelişiminde büyük pay sahibi olacak arkadaşlardır bunlar. "ergen" adını almayla bünyeye gelen en belirgin değişim, beynin kontrolünün penise geçmesi olur. ergen ve arkadaşları henüz bu gerçeğin farkında olmasalar bile, tamamıyla onun etkisindedirler. sınıf mevcudunun bu bölümü, birbirleriyle sürekli iletişim ve etkileşim halindedir. birbirini tetikleyen espriler ve şakalar penis kontrolündeki bir beyinden çıktığı için, "küfür" tüm bu şaka ve esprilerin ayrılmaz bir parçasıdır. penis sahiplerinin aralarında oluşturdukları bu bağ, onlara birlikteyken rahatça küfretme hakkı sağlar. küfretmenin dili nasıl tamamladığını, küfrün duygu anlatımını basitleştirmede ne kadar başarılı olduğunu fark ederler. onların gözünde küfür, "10 kelimelik bir cümlenin duygu ve düşüncesini tek kelimede özetleyen bir kolaylık" tanımını alır.




"doğal konuşma"ya bir örnek
eve yeni sakinleri için çıkılan kaçak katlarla "küfür"ün evi yıllara yayılan bir büyümeyle gökdelen halini alır. gökdelenin yükseldiği beynin sahibi ise artık üniversitededir. yerleştiği bölüm, penis başına düşen vajina oranının 1/20 olduğu acınası bölümlerden biriyse iş oldukça vahim bir hal alır. bölümdeki kızların incelemesi bir yana bırakıldığında; erkekler kendi habitatlarına kavuşmuş bir şekilde, beyinleri halen kontrolü kendi ellerine geçirememişken, kampüste gruplar halinde takılır. zaten üzerinde düşünüldüğünde, üniversitenin bir "lise devamı" olmaması, ender rastlanan ve muhteşem bir olaydır. ama ne yazık ki "ileri-ergen"in başına gelen bir olay değildir bu. lisede oluşan bağlar, kimlik olarak farklı ama düşünce işleyişi açısından değişiklik bulundurmayan başka başka insanlarla devam ettirilir. "küfür" yine bu bağda önemli bir yere sahiptir ve artık bir nevi "samimiyet göstergesi" olmuştur. küfretmenin iletişimde yarattığı kolaylıktan ileri gelen bir göstergedir bu. "o kadar samimiyiz ki, aramızda konuşurken fazla söze gerek duymuyoruz. küfretmek de zaten az sözle çok şey anlatmak değil mi amına koyayım ?" şeklinde açıklanabilen bu durum, belli bir yaşa gelmiş her erkeğin beyninde yer alır. kimisi bunun üstünü elinden geldiğince örter, kimisi buna dört kolla sarılır. bu iki farklı tepkinin çıkış sebebi de, "küfür bağı" kurulmamış insanların bulunduğu bir ortama girmektir.


her erkeğin yolu, küfretmenin kabalık sayıldığı bir ortama düşer bir şekilde. ortamdaki insanların zorla veya şevkle gönül verdiği bu anlayışın kaynağı bellidir : çocukluğumuzda "küfür = kaka" eşitliğini beynimize tıkıştırmaya çalışan annelerimizin, yaşları 20 çevresinde değişen hemcinsleri. esasında bu durumu "yaratılışsal olarak erkekler küfretmeye kadınlardan daha yatkındır" şeklinde özetleyebiliriz. ancak ataerkil görünümlü bir anaerkil toplumda yaşadığımız için -ki bu durum da beyinlerimizi kontrol eden penisin uslanmaz şekilde vajina peşinde koşmasından kaynaklanır-, kadınlar bulundukları ortamda her türlü "hükmen galip" olurlar. ve bu galibiyletle ortamın kurallarını koyarlar, bir kraliçe edasıyla. bu kuralların ilk hedefi küfürler olur ve kraliçe der : "benim yanımda küfretmeyin yoksa zindanlarda  aç-susuz bırakırım sizi". erkekler de el mahkum göt gardiyan kraliçenin bu emrine uyarlar.

"yapay konuşma"ya bir örnek
olay bu noktada ruhsal bir işkenceye dönüşür penis sahibi için. zira kendisi alışmıştır yıllar boyunca, yakın arkadaşlar arasındayken küfretmenin getirdiği rahatlığa. ama üyesi olmak zorunluluğunun bulunduğu toplum artık küfretmemeyi erdem saymaktadır. bir zamanlar annesinin "kaka" olarak nitelendirdiği küfürleri sıkça kullandığı takdirde onu dışlamaktan çekinmeyecek bir toplum. ilkokuldayken arkadaşları tarafından sevileceğini düşündüren "küfür"ün, aradan en az bir 10 yıl geçtikten sonra toplumdan dışlanma sebebi olarak kategorilenmesi ironiktir bir hayli. ama tek başına bir penis sahibinin "deve-diyar" ilişkisini konu alan sözü değiştirmesi mümkün değildir.


her ne kadar yapmaktan hoşlanmadığı bir şey olsa da, beynindeki gökdelene küçük bir ziyarette bulunur. büyük bir sıkıntıyla zili çalar. kapıdan girip asansörle en tepeye çıktığında "küfür" evinin kapısında gülümseyerek karşılar onu. ancak yıllar boyu onu kanatları altına alan dostunun yüzüne bakınca bir terslik olduğunu anlar. içeri geçip sigara-çay eşliğinde konuşmaya başlarlar.


"anlat bakalım koç, derdin ne ?" diye söze başlar küfür. cesaretlendirici bir gülümseme yerleştirmeyi unutmaz yüzüne.
"ya abi, nasıl anlatayım hiç bilmiyorum" diye başlar beynin sahibi. "yani biliyorsun nasıl bir toplumda yaşadığımızı. yıllarca benimle birlikte sen de gördün. küfretmemeyi bir erdem sayıyor lan bu toplum artık. acayip sikko bir hale geldi işler yani. ve yani ben de sana bunun için geldim"
"e ne yapacaksın peki amına koyayım, gökdelenin kapısına zincir mi vuracaksın ?" der küfür gülerek, sigarasından aldığı nefesi verirken.
"ya o dediğini basitleştirip, bir de drama fazlalığından kurtulursak, evet. uzun süreli bir şey değil ama. sürekli değil yani en azından. işler tam istediğimiz gibi olana kadar böyle gidecek. ama o zamana kadar arada sırada ziyaretine geleceğim tabii lan. o kadar da şerefsiz değiliz yani."
"iyi peki bakalım. madem en iyisi böyle, katlanırız biraz."
"abi cidden anlayışın için sağol. tek seçenek bu olmasa hayatta yapmazdım." sigarasını söndürür ve kalkar. "neyse abi gideyim ben. diğerlerine de selam söyle. çok vaktim yok."
"tamam merak etme. haydi kendine iyi bak pikaçu"
"sen de rayiçu"


gökdelenin ana kapısından çıktıktan sonra arkasını dönüp, gitmeden son kez kapıya bakar. cebinden anahtarını çıkartıp, kilitte birkaç kez çevirir. cebinden çıkardığı dosya kağıdını da bantla kapıya yapıştırır : "bir süreliğine uzak dur. hepiniz için en iyisi bu". kapıdan uzaklaşırken bir keresinde gördüğü söz aklına gelir : "insan kaç dili anadili gibi konuşursa konuşsun, küfretmek için hep anadilini kullanır". ve düşünür "çok doğru söz amına koyayım ya..."




not : bu yazıdaki saptamalar genellemelerden ibarettir. aranızdaki "çok saçma, ben hiç böyle hissetmiyorum" diyenler, çok zahmet olmayacaksa lütfen siktir olup gitsin